Duygu Islakoğlu’15, Kamer Akşahin’87 ve Arda Tunca’88 bir Kırmızı-Siyah buluşmasında sohbet halindeler. Konu, her cuma günü Ortaköy’den Beşiktaş’a yapılan eski yürüyüşlere uzanıyor bir anda. O yürüyüşlerin, derslerin ağırlığından deliye dönmüş öğrenciler üzerinde yarattığı keyfi anlatıyor Kamer Akşahin ve Arda Tunca. Gülerek karşılık veriyor Duygu Islakoğlu. Kendi dönemiyle kıyaslamalar yapıyor ve artık, yılda sadece bir kez yapılan yürüyüşleri anlatmaya başlıyor o da.

“Merak ediyorum, anlatın” diyor Duygu Islakoğlu. Yürüyüşler evet ama bir de bir fotoğraf vardır ki, hikayesi müthiştir diye söze atlıyor aynı anda Kamer Akşahin ve Arda Tunca.

Arda Tunca başlıyor anlatmaya:

“Tarihi bir fotoğraftır bu. Okulda toplu olarak çok sayıda faaliyet olmuştur ve bunların bazısı okuldan kaçarak gerçekleştirilmiştir ama resmî bir organizasyon dahilinde olup herkese göstere göstere kuralların dışına çıkılmış daha büyük bir gösteri olmuş mudur Kabataş tarihinde bilemiyorum.

Yer: İnönü Stadı

Yıl: 1986

Beşiktaş ilçesinin bazı liseleri İnönü Stadı’nda gerçekleştirilecek 19 Mayıs törenleri için görevlendirilmişler. Kabataş’a da tribünde flamalarla yazılar ve resimler oluşturma görevi uygun görülmüş. Kabataş’ta 2.000 civarında öğrenci var. Bu görev için çok öğrencisi olan bir okul lazım. Biz, gayet uygunuz yani.

1986 yılının Nisan ayından 19 Mayıs’a kadar geçecek günlerin çoğunun statta geçeceğini kim söylemişti bize hatırlamıyorum ama dersleri kıracak olmanın keyfi, haberi aldığımız anda sevindirmişti hepimizi.

Kabataş’ta özellikle 1. sınıf çok zordu. Okuldaki ilk sınav döneminde 13 dersimin 7’si kırıktı. 2. sınav döneminde ise sayı 12’ye çıkmıştı ve “ben bu okulu nasıl bitirebileceğim” derken, diğer yandan da derslere asılıyordum. İnsanın üzerine düşeni yaparken, aynı zamanda sonuç alması gerektiğini ve sadece çaba göstermenin hiçbir anlamı olmadığını bana anlatan büyük bir tecrübeden geçmiş ve 1. yarıyıl karnesine sadece tek kırık getirerek adeta Kabataş’ta rüştümü ispat etmiştim. 19 Mayıs provaları, böyle bir ruh halindeyken, biraz da tesadüfi bir ödül gibi olmuştu bana.

Provalar başladı ve bizler tribünlerdeki yerimizi aldık. Ben ve okuldaki 3 yıllık sıra arkadaşım Aykut Kerem Gülenç “K” harfinin üstlerinde bir yerlerdeyiz. Hepimizin elinde bir liste var. İnönü Stadı’nın eski açık olarak adlandırılan tribününe ve bizim görebileceğimiz cephesine Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi öğrencilerini oturtmuşlar. Onlar, bir numara gösteriyorlar ve biz de, önümüzdeki listede o numaraya hangi renkteki flama denk geliyorsa, o renge sahip olan flamayı açıyoruz ve tribünde ortaya bir şekil ya da yazı çıkıyoruz. Örneğin, içi Türk bayrağı ile dolu bir Türkiye haritası ya da “ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” yazan bir yazı. Bizim flamaların rengini Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi öğrencileri belirliyor ama onlar bize bir numara vermek için neye göre komut alıp hareket ediyorlar bilemiyoruz.

Bizim Kabataş yıllarında, okulun 3. katını ancak lise son sınıfa geldiğimizde görebilirdik. 3. sınıflar bizi kendi katlarına almazlardı. Bir gelenekti bu. 3. sınıfa geldiğimizde, biz de 1. ve 2. sınıfları katımıza almamıştık. Bu gelenek, kesinlikle bir kavga ya da geçimsizlik sonucu ortaya çıkmamıştı. Okul, ağabeylik ve kardeşlik kavramlarıyla yaşıyordu. 3. kata çıkabilmek, artık mezuniyetin ucunun gözüktüğünü ifade ettiği için bir “hak” meselesiydi. 3. sınıflardaki ağabeylerimiz biz 1. sınıfları korur ve kollarlardı. İşte bu fotoğraf, her ne kadar bizler başrolde olsak da o ağabeylerimizin eseridir aslında.

Provalar çok eğlenceli geçiyordu. Fakat, eğlencenin nedeni provaların kendisi değildi. Eğlence, Kabataş ruhu, fırlamalığı ve zekâsından geliyordu. Biz, İnönü Stadı’nın kapalı tribünlerinde iken, şeref tribününde oturan Beşiktaş İlçe Milli Eğitim Müdürü aklı sıra bizi yönetiyordu. Biz, ancak Sefer Hoca mikrofonu alıp “evet Kabataş” ya da “haydi arkadaşlar” dediğinde laf dinliyorduk. Milli Eğitim Müdürü’nün ses tonu dahil hiçbir yönünü sevmemiştik ve “bu da kim, bize atıp tutuyor” diye konuşuyorduk kendi aramızda. Adam ne zaman mikrofonu eline alsa, “arkadaşlar flamaları kafamıza göre açıyoruz” diye aramızda anlaşıyorduk ve bu komut saniyeler içinde 1.500 kişiye yayılıyordu. Adamın karşıdan gördüğü şey, sadece bir renk cümbüşü oluyordu. Adam, sürekli sinirleniyor ve “siz ne biçim öğrencisiniz” diye bize kızıyor ve biz de önceden anlaştığımız şekilde yüksek sesle kahkaha atıyorduk. Kapalı tribünden 1.500 kişinin kasıtlı olarak abartılı bir kahkaha attığını ve ortaya çıkan sesi düşünebiliyor, hayal edebiliyor musun?

Provalar sırasında, öğle yemeği saati yaklaşınca topluca ayağa kalkıyor, hep beraber tempo tutarak “karnımız acıktı oley oley” diye bağırıyorduk. Milli Eğitim Müdürü, çaresizlik içinde “tamam tamam yemek yiyeceksiniz” diyordu her seferinde. Fakat, bize karşı çaresizliği arttıkça “Sefer Hocam siz bir şey söyler misiniz?” diyerek mikrofonu Sefer Hoca’ya uzatıyordu. Biz de keyiften dört köşe oluyorduk. Adamı bıktırmayı başarıyorduk. Gururlu ve mutluyduk. Sefer Hoca bizi nasıl yola getireceğini çok iyi biliyordu tabii. Provalar ilerledikçe, Sefer Hoca da müdüre dönüp “hocam bir izin verin” deyip miktofonu eline alıyordu ve “bir üçlü çekiyoruz ve 5 dakika sonra ciddiyetle devam ediyoruz” diyordu. 1.500 kişi “Kabataş” diye bağırıp üçlü çekiyor ve İnönü’nün semalarını inletiyorduk. Ardından da tezahüratı Sefer Hoca’ya patlatıyorduk: “Sefer Hoca oley”.”

Kamer Akşahin sözü alıyor. Biri 87, diğeri 88’li iki mezunun sohbeti devam ettikçe heyecanın dozu artıyor. O günleri hatırlamanın mutluluğunu ikisinin de gözlerinin içinden okumak mümkün:

“Siyah-siyah, kırmızı-kırmızı!..”

Cıva gibi, zıpkın gibi lise öğrencileri hep bir ağızdan boğazlarını yırtarcasına aynı tezahüratı yapıyorlar. Müthiş bir birliktelik, dayanışma ve bağlılık duygusu içerisinde haykırıyorlar.

Farklı coğrafyalarda doğan, çok farklı sosyo-ekonomik yapıdaki ailelerde yetişen bu çocukları, sadece bu 2 renk nasıl bu denli mutlu ediyordu?

Derslerinde, sınıflarında otoriter hocalarının karşısında uslu uslu en iyi notları almaya çalışan bu uysal çocukları adeta holigana çeviren bu iki rengin tılsımı neydi?

Kamer Akşahin aynı etkinliği şöyle anımsıyor:

Yer: İnönü Stadı ve meşhur Gazhane tarafındaki Kapalı Tribün.

1986 yılının Mayıs ayındayız ve yaklaşık bir ay sonra 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı kutlamaları İstanbul’da il çapında yapılacak. Bu nedenle İstanbul’un seçme liseleri bu görevi kusursuz bir şekilde yerine getirmek üzere prova yapıyorlar. Kuleli Askerî Lisesi gibi bazı liseler saha içerisinde sportif hareketlerle farklı mizansenler oluştururken, Kabataş Erkek Lisesi de kapalı tribünde renkli flamalar kullanıp çeşitli vecize ve kahramanlık resimleri oluşturarak saha-tribün uyumu sağlıyordu.

Bu tribünde, Kabataş Erkek Lisesi’nin yanında az sayıda Maçka Endüstri Meslek Lisesi öğrencilerine de görev verilmişti. Deniz tarafındaki açık tribünde ise yaklaşık 50 kişiden oluşan Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi bizlere destek olmak üzere hazır bulunuyordu.

Konu buraya gelmişken, bilmeyenler için bu flama gösterme işini anlatmaya çalışayım:

Kabataş’ın bulunduğu tribünün karşısındaki yeni açıkta Zübeyde Hanım Ekibi flama ile bir rakam yazardı. Bu rakamı gören Kabataşlı, oturduğu yerde hangi renkli flamayı kaldırması gerektiğini önündeki “kartoteks” denilen karttan bulur, flamayı hazırlar ve karşı tribündeki ekibin flamayı indirdiği an kendi flamalarını açardı.Karşı tribünün rakam yazan flamayı indirdiği an ile Kabataş’ın flamasını kaldırdığı an ne kadar yakın ise o denli güzel iş çıkarılmış olurdu. Tüm katılan okulların hocaları ve o sesini ve bize hitap şeklini ilk günden itibaren hiç beğenmediğimiz İlçe Milli Eğitim Müdürü denilen kişi bile beğenmiş olurdu.

Bu nedenle Zübeyde Hanım Ekibi’nin belirlediği rakama karşılık gelen flama elde hazırlanır ve gözler karşı tribünün flamayı indireceği anı izlemeye başlar. O anda konuşulmaz, kimseden ses çıkmaz.Adeta Afrika savanlarında avına yaklaşan panter dikkatiyle karşı tribün izlenir. Karşı taraf flamayı indirdiği anda Kabataş en sert şekilde elindeki flamayı açar: Flap! Bu flap sesini daha önce hiç duymamıştık. Yüzlerce kişiden aynı anda çıkan o asi ve tok ses.

O sırada nasıl önemli bir şey yaptığımızı göremiyor olsak da kapalı tribüne bakan hocalarımızın elinde megafonla bizleri yönlendirmeleri sayesinde mükemmele yaklaştığımızı hissediyorduk. Peki, hangi rakamda hangi rengi kaldıracağımızı gösteren kartoteksler nerede duruyordu? Tribünde önümüzde oturan arkadaşımızın sırtına çengelli iğne ile tutturulmuş olarak. Eğer o an önümüzdeki arkadaş tuvalete gittiyse kaldıracağımız renk için sağımıza, solumuza, arkamıza bakarak arkadaş dayanışması yapardık.

Yaptığımız işin teknik kısmı buydu ama Kabataşlı için hala eksik bir şeyler vardı. Hayat sadece flama kaldırmak ve indirmekle geçmezdi, geçmedi de zaten.

Biz bu flama olayını çözdükten sonra ufak tefek haylazlıkların peşine düştük. “Flamalar göz hizasında olacak Kabataaaş”. Tahmin ettiğiniz gibi bu ses de yine o uyuz olduğumuz Milli Eğitim Müdürü denilen kişiden çıkıyordu. Onun bize herhangi bir şey söylemesi hepimizi çileden çıkarıyordu. Bir gün gelecek ve ona da dersini verecektik…

İlk orantısız zekâ aksiyonumuzu yine onun bir direktifi ile ortaya çıkarmıştık. Demek flamalar göz hizasında olacaktı. Beklediğimiz fırsatı ne de güzel yaratmıştı farkında olmadan. İnönü Stadı’nın yer yer kelleşmiş çimsiz toprak zemininde al da at dercesine gol pasını bize o sunmuştu. Göz hizasında ve gergin açılan flamalardan daha fazlası ne olabilirdi. Onu da yine Kabataşlılar keşfetti.

Usul usul fısıltıyla başlattığımız “Siyah-siyah, kırmızı-kırmızı” tezahüratıyla kapalı tribünü inletirken, flamaları göz hizasında açtığımız için kendimizi ele de vermiyorduk. Ağzımızı kimse göremiyor ve hocalar kime kızacağını bilemiyorlardı.

Flamalar da istendiği gibi gergin ve sert açılmıştı zaten. Herkes mutlu olmalıydı. Kabataş hocaları alışık olduğu için bu durumu tebessüm ile karşılıyor, farklı okulların görevli hocaları bu durumu garipsiyorlardı.

İşte hatayı da bu tolerans noktasını kaçırmakla başlattılar. O dakikadan sonra artık Kabataşlı’nın pasif eylemi başlamıştı. O içimizdeki delikanlılık duygusu yanındaki yüzlerce arkadaşla bir araya gelince geometrik artışla çoğalıyordu. Bu sefer dilekler tezahüratlarla talep edilmeye başlamıştı. Öğle saati geldiğinde ve acıktığımızda, o yılların moda dizisi Köle Isaura’nın müziğiyle, “Karnımız acıktı oleeey, oleey” diyen yine bizdik.

Ya da öğleden sonranın sıcağında tepedeki güneş yer değiştirince İnönü Stadyumu’nun kapalı tribününü kavurmaya başladığında, saha tozlanmasın diye su püskürten aracın hortumunu tutan amcaya “Sula bizi amca, sula bizi” diye tempo tutan da bizdik.

Hocalarımızı da yanımıza almıştık. Başka bir okulun hocası bize sert çıkmaya kalktığında komple tribün olarak isyan edip ayağa kalkıyorduk ve kapalı tribünü inletiyorduk. Günlerimiz bu şekilde geçerken bir gün arkadaşlarımız ellerinde kâğıtlarla geldiler. Bu kâğıtlara göre kimin hangi renkli flamayı kaldıracağı belirlenmişti. Bu sefer öğle aralarında kendimiz için prova yapmaya koyulmuştuk.

Evden hazırlayarak getirdiğimiz sandviçlerimizi hızlıca yiyor ve kendi provamıza geçiyorduk…

Bu sefer farklı bir şey için flama kaldıracaktık.”

Söze girmek için bekleyen Arda Tunca devam ediyor:

“19 Mayıs provalarında 3. sınıflardaki ağabeylerimiz yoktu. Onlar, yoğun bir şekilde üniversite sınavlarına hazırlanmaktaydılar. Sürekli olarak okuldaydılar yani. Fakat, provalarda olup bitenleri özellikle 2. sınıflardan dinlediler. Statta yaşadığımız herşeyi dinlediler. Stattaki organizasyonlar da ağırlıklı olarak 2. sınıflarca gerçekleştiriliyordu. Bizden kıdemliydiler ne de olsa. Meğer, Kamer de o 2. sınıfların içinden biriymiş. Okul döneminde tanışmamıştık kendisiyle yani. 3. sınıflar, bizden hikâyeleri dinleyince, kardeşlerine destek olmaları gerekiyordu.

Kabataş Erkek Lisesi’nin 3. sınıfları kağıtlara kapalı tribünü çizerek ve hangi konumda kimin oturduğunu tespit ederek tribünde bir “Kabataş” yazısının nasıl ortaya çıkacağını planlamışlar. Buna göre, kimin kırmızı, kimin siyah flama açması gerektiğini de belirlemişler. Çalışmalar, geceleri yatakhanede gizlice devam etmiş. Provaya gitmediğimiz bir gün, 3. sınıflardaki ağabeyler tek tek 1. ve 2. sınıfların tüm şubelerine giderek kağıttaki planı bizlere dağıttılar. Bana da sanırım kırmızı flama açma görevi düşmüştü. Yani, “K” harfinin tepesindeki kırmızı rengi oluşturan falamalardan biri bana aitti.

“Bir dakika” diyor Kamer Akşahin:

Ben de tribündeki KABATAŞ yazısının üçüncü A’sının hemen dibindeydim.

Sözü yine Arda Tunca alıyor:

Hazırlıklar tamam. Ders çalışılmış durumda. 3. sınıflardan bir ağabeyimiz flamayı ilk açacağımız gün için özel izin almış okuldan ve provalara gelmiş. Fotoğraf da çekmek gerekiyor. Organizasyon mükemmel. Provalar başlıyor. Bilinçli olarak, çok disiplinli bir şekilde ilerliyoruz. Milli Eğitim Müdürü çok mutlu ama şaşkın. Beklemediği bir sakinlik içinde ne denirse aynen uyguluyoruz. “Aferin Kabataş Erkek Lisesi, hep böyle olsanız ya” diyor. Bu lafla, başına aldığı belanın farkında değil. Bu laf, bizim için adamı doğduğuna pişman etme anını ifade ediyor. “Şimdi” diyoruz. Yine 1.500 kişiye bir anda yayılıyor “şimdi” sözü. Tam zamanı! Karşı tribünden yine bir numara açılıyor. Fakat, bir anda tribün kıpkırmızı, simsiyah. Tribünde “Kabataş” yazıyor. Hala çok disiplinliyiz. Son derece sessiziz. Çıt çıkmıyor bizden. Şeref tribününde önce bir sessizlik. Mikrofondan aniden bir ses: “Bu ne?” Bu sorunun üzerine flamaları bırakıyoruz ve üçlü çekip yeri göğü inletiyoruz: “Kabataş”. O andaki heyecanı, mutluluğu, yaptığımız muzırlığın bize verdiği hazzı anlatabilmenin imkânı ve ihtimali olamaz. 1.500 kişi zıplıyoruz ve bağırıyoruz. Gülmekten ölüyoruz bu arada.”

 “O gün, Kabataşlılık ruhunun içimizde tescillendiğini hissetmiştik adeta. Zaten kapmıştık virüsü ama bu olayla kendimizi zirvede hissetmiştik. O gün, Sefer Hoca ne yapacağımızı biliyordu. Milli Eğitim Müdürü’nün yanında ne yaptığını ya da ne hissettiğini kendisine hiç sormayı akıl etmedik nedense ama hâlâ merak ederiz.

19 Mayıs 1986 günü, çok başarılı olarak gösterileri tamamlamıştık. Her flama açışımızda halk bizi alkışlıyordu. Provalarda da İnönü Stadı’nın dışarısında Beleştepe olarak adlandırılan noktasından gayet hatırı sayılır sayıda izleyici çekmiştik. Zaman zaman bize tempo tutanlar dahi olmuştu.

Gösteriler bitti. Stat dağılıyordu. Son gösteriyi yine yapmamız gerekiyordu. Resmî törenler bitmişti artık. Bir anda açıverdik kırmızı siyah flamaları. Tribüne “Kabataş” yazdık yine. Ardından Kabataş şarkıları. Yine yer gök inliyor. Halk, tribünleri terk etmek yerine bizi izlemeye dalmış ve bizi alkışlıyor. İnanılmaz anlar yaşıyoruz. Milli Eğitim İlçe Müdürü için artık yapacak birşey kalmamış. Bir daha hiç haber alamadık kendisinden. Bizim yüzümüzden erken emekliye ayrılmış olabileceğini hep düşündük ama. Bu adamı, özellikle 87 ve 88 mezunları hiç unutmadı. Adamın adını da bilmedik ama anısı hâlâ yaşıyor işte.

Provalar sırasında, arada sahaya da iniyorduk. Milli Eğitim Müdürü bu davranışlarımızı da hiç hoş karşılamıyordu. O yıllarda futbol sahaları son derece bakımsızdı. Kaleye birini geçiriyorduk. Hayalî bir topla sırayla penaltı atıyorduk. Sonra da kaleciyi ters köşeye yatırıp yatırmadığımızı tartışıyorduk. Hatta, ters köşe yattın, yatmadın meselesi yüzünden kavga çıktığını da hatırlıyoruz. Normal tipler değildik yani.

Yine provalar sırasında, bir hafta sonu oynanacak Beşiktaş-Galatasaray maçı öncesi Metin Tekin ve Uğur Tütüneker bir gazeteci tarafından stada getirildiler. Kendileriyle röportaj yapıldı ve takım formalarıyla fotoğrafları çekildi. Bu röportaj da o gün bir heyecan yaratmıştı aramızda. İçimizdeki Beşiktaşlılar ve Galatasaraylılar provaları bırakıp tezahürata başlamıştı.

Aradan 31 yıl geçti. Tam 31 yıl. O günlerde çekilen o fotoğraf okulun tarihine geçti. Bize de tatlı heyecanı ve anıları kaldı. Tam 31 sene sonra, aynı heyecanla, aynı coşkuyla o günleri anlatabilmek o kadar güzel ki. Gözleri doluyor, tüyleri ürperiyor insanın.”

Anlatanlar: Kamer Akşahin’87, Arda Tunca’88

Röportaj: Duygu Islakoğlu’15

CEVAP YAZIN