Geçmiş zamanın birinde dersten koşar adım çıkıp kendisini sabırsızlıkla müzik odasına atan çocuklardık. Hele mevsim baharsa, hele o  yosun kokusu çekilmişse iliklere kadar… Kapıdan girdiğimizde üst kattan yayılan   Bach’ın piyano konçertoları da eklendi mi o anlara işte belki de gerçek huzurun tarifi buydu. Sonra bir gün bambaşka bir melodi karşıladı bizleri; şaşkındık bu yüzden. Güzeller güzeli Esmeralda’nın ona belki de en çok yakışacak en gerçek aşkının sahibi Quasimodo’sunun içimize işleyen yakarışlarını duyuyorduk bu sefer. Victor Hugo da Notre Dame Katedrali’ni yıkılmaktan kurtaran o meşhur eseri Notre Dame’ın Kamburu da tamam; ama bu neydi peki?

Kapıyı açıp da içeri girdiğimizde yine muhteşem arşiviyle Mestan Hoca karşımızda. Küçücük, tüplü televizyonumuzda bir müzikal; ama bu bambaşka. Başa aldık: Katedraller çağı ile açıldı perde. Bir insanın ergenlik aşkı anlamadığı bir dilde şarkı söyleyen uzun kıvırcık saçlı bir Fransız olabilir mi hiç? Duyduğum hayranlıktan mı nedir; benim olmuştu. Daha öncesinden kafamda birkaç kırıntı olsa da hep karmakarışıktı aklım; ama bütünü öğretmişti hep Kabataş bana; aklımda ne varsa anlamlandırmıştı. Müziğin tanınması, tanınmaması, buralısı, oralısı olmazdı ki… Hep bir evrensel çaba içindeydi bizi kendisine hayran bırakan…

Sonra sıra sıra geldi tüm tamamlanmayı bekleyen cümleler eşssiz melodiler eşliğinde.” Ben sana söylüyorum; duy bakalım dediklerimi. Orta Çağ’dan bugünlere arada kalan tüm boşlukları dolduracak olan sensin.” Her devir kendi Orta Çağı’nı yaratıyordu ve ben bunu yıllar sonra yaşadıkça, gördükçe anlayacaktım; ilk gençlik yıllarımda zihnime kazınmış o cümleler eşliğinde hem de.

Bizi her seferinde ilk günkü gibi kucaklayan o sahil, kimine göre eski ve kasvetli ama benim aşık olduğum o eski taş bina ,Mestan Hoca, ilk gençlik yılları, Fransızca bilmesem de hala mırıldandığım o güzelim şarkıların sahibi Notre Dame Müzikali, çok bunaldığım anlarda flüdümü alıp kaçtığım, Çırağan Caddesi’ne bakan o küçücük oda… Hepsinin ortak noktasının Kabataş olması ne kadar tuhaf değil mi? Biz daha dünyadan bihaber çocuklarken tuhaf gelmezdi; buydu bizim için Kabataş. Şimdisini, öncesini ya da yarınını düşünmüyorum artık. Benim için o anda bana ne yaşattıysa ne hissettirdiyse hep o olacak Kabataş…

Her seferinde bir şeyler eksiliyor mu ya da yok mu oluyor acaba diye düşünürken hemen Notre Dame Müzikali’ni dinlerim; izlerim de… Bazı sahneleri tekrar başa alırım. Bu da benim ritüelim demek ki…Sonra toparlanırım. Ne de olsa Kabataş fısıldamıştı bana: “Orta Çağ karanlığında hep bir meşale olarak kal” diye… Bu satırları yazarken de dinliyorum aslında. Daha birkaç hafta önce canlı izleme fırsatını bulmuş olsam da kendi kendime dinlediğim anlarda duyabiliyorum Kabataş’ın o bitmeyecek fısıltılarını… Bir de bakmışım ki “Libere” şarkısını mırıldanıyorum özgürlüğün anlamının tam da ne olduğunu anlamaya çalışmış biri olarak.

Notre Dame Katedrali’ne hiç gitmedim. Peki ya neden kendimi gitmiş gibi hissediyorum o halde? Kabataş’ımın bana armağan ettiği o sınır bilmeyen, o her daim “özgür” ruhumun bana bir armağanı olabilir mi bu acaba?

Müzikal’den küçük bir alıntı:

Bana Floransa’yı ve Rönesans’ı anlat.

Bana Bramante’tan ve Dante’nin esirliğinden bahset

Floransa’da dünyanın yuvarlak olduğundan

Ve yeni bir kıta bulunduğundan bahsediliyor

Gemiler şimdiden okyanusa açıldı

Hindistan’ın kapısını bulmak için

Luther vasiyetini yeniden yazacak

Ve bizler bölünen bir dünyanın başlangıcındayız.

Gutenberg adındaki bir adam

Dünyanın şeklini değiştirdi

Nuremberg gazeteleri

Her saniye basılıyor.

Şiirler kağıda yazılıyor

Nutuklar ve bildiriler

Yeni fikirler her şeyi değiştirecek.

CEVAP YAZIN