Müzik ve resim arasında seçim yapmak zorundaydık. 1985 yılında sıralarımıza oturduk. Birini seçmeniz gerekiyor dediler. İnsanoğlunun resim sanatındaki muhteşem eserleri dururken, benim olağanüstü resim yapma yeteneksizliğim karşısında insanlığa verebileceğim zararların önüne geçmek amacıyla müzikten yana kullandım tercihimi. Lise yıllarının öncesinde başlayan müzik merakım dinleyici olmanın ötesindeydi. Sesimi keşfetmiştim ve kendimle özellikle baş başa kalmayı tercih ederek, nota bilmeden ve sadece ses taklidi yaparak plaklar ve kasetlerden duyduklarımı kendi sesim üzerinden kopyalamaya çalışırdım.

Kabataş’ta bir sanat dersi seçimini müzikten yana kullandıktan sonra, hocamız sınıfa geldi. Dersleri sanat-kültür binasında yapacağımızı söyledi. Müziğin bir kültür dersi olduğunu, isteyenlerin yaşamlarına profesyonel olarak müzikle ilgilenerek devam edebileceklerini ama dersin esas amacının müziğin estetiğini anlayan kültürlü insanlar yetiştirmek olduğunu dile getirdi. Sonra da ilginç bir laf etti: “Bu dersten kimse sınıfta kalmayacak”. “Ancak” diyerek devam etti. “Herhangi bir ahlaki sorun çıkaran ya da disiplin dışı davranışları olanların müzik dersinden sınıfta kalabileceklerini” de ekledi.

Müzik, içinde duyguların olduğu bir konuydu; matematik, fizik, kimya, ebediyat, v.b. dersler ise sınavlarda bir başarı kriteri idi. Bu derslerin öğrenci tarafından sevilmesi ya da sevilmemesi herhangi bir meslek seçiminde önemli değildi. Zaten bu dersleri seven öğrenci, tercihlerini ona göre kullanıyordu. Fakat müzik, temel bir eğitimin üzerine inşa edilen ve her insanın içinde var olan estetiğin ve çeşitli duyguların notalar yoluyla açığa çıkarılmasını sağlayan bir sanat dalıydı. Yani, hangi mesleği seçerseniz seçin, hayatın içindeydi. Her meslek dalındaki insana hitap ediyordu. Bu nedenle, bu dersten kalmak sadece ve sadece müzikten nefret etmeye yol açardı. Oysa, her insana hitap eden notaların evrensel dilinin sevilmesi dünyaya estetik katabilirdi ancak.

Üst paragrafta yazdıklarımı 14 yaşında iken anladım sanmayın sakın. Müzik hocamız rahmetli Hasan Özak anlatmıştı ama biz idrak edememiştik. İnsan, yaşam serüveni içinde yaşadıklarının derinlemesine değerlendirmelerini ilerleyen yıllarda yapabiliyor ya da anlamlarını keşfedebiliyor. Bazı kavramlar ve tecrübeler, yaşanırken rafine edilemeyebiliyor veya hazmedilemiyor. Tecrübe eksikliği yani.

Sanat-kültür binasında müzik derslerine başlamıştık. Müziğin ilk olarak ortaya çıktığı formlardan başlayarak ve her türünü irdeleyerek ilerliyorduk. Arada, laf olsun diye flütler çıkıyordu ama kimsenin flütçü olacağı yoktu. Merakı olan zaten yönelirdi müzik aletlerine. Benim merakım insan sesi üzerineydi.

Kabataş’ta, sanat-kültür binasındaki müzik derslerimiz hayatıma damgasını vurdu. Hasan Özak sınıfa girer, “bugün Viyana Klasikleri olan Haydn, Mozart, Beethoven’i anlatacağım” diye başlar. Plakta bir eser ile gireriz derse. Arada durdurur plağı ve “obuaların sesini duydunuz mu” ya da “eserin bu bölümünde kıyıya vuran dalgaların sesine benzeyen hışmı hissettiniz mi?” diye sorular sorar. Hissetmediğimizi hissetmişse, döner yine çalar aynı bölümü plaktan.

Haftada 2 saat olan müzik derslerinin ilk saati bitince, ikinci saatte bestecinin ve plaktan dinlediğimiz eserinin hikayesini dinleriz. Pek çok besteciyi çok severdi hocamız ama Beethoven’in ayrı bir yeri vardı kendisi için. Herkes bir yana, Beethoven bir yana.

Mozart’ın yaşamını anlatan 1984 yapımı Amadeus filmini izletmişti bize. Bach’ın eserlerinin bazılarının ölümünden sonra kese kağıtları üzerinde bulunduğunu anlatmıştı. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin konser programını sınıfa getirip, “bu ay bu eserlere gidebilirsiniz isterseniz” diyerek sınıfta ele aldığımız eserlerin profesyonel sanatçılar tarafından sahnede sergilenişini izlememizi önerirdi.

Dersin sonuna doğru, bestecinin en bilinen eserlerinden birini piyanonun başına geçip kendisi çalardı. Ankara’da, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın ve Ankara Devlet Operası’nın kurucuları arasında olan Paul Hindemith’in etkisindeki havadan etkilendiğini anlatırdı.

Bizim müzik dersleri zaman içinde coşkulu bir hale gelmişti. Müziği daha çok seviyor ve öğrendiklerimizi kendi aramızda tartışıyorduk. Hafta sonlarında, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne gitmeye de başlamıştık. 1986 yılında, Rigoletto’yu izledikten sonra, sınıfta dinlediğimiz eserle aynı bölümleri Hasan Hoca’nın anlatımıyla bağdaştırabiliyor olduğumu farkedince çok sevinmiştim.

Kabataş’ta okuduğumuz yıllarda, Milliyet gazetesinin düzenlediği liseler arası şarkı yarışmaları son derece popüler idi. Okullar çok ciddi hazırlıklar sonucunda katılırlardı bu yarışmaya. Benim Kabataş’ta okuduğum yıllara Damdaki Kemancı ve Batı Yakasının Hikayesi damgasını vurmuştu. Özellikle Batı Yakasının Hikayesi için çok sıkı bir hazırlık yapılmıştı ve yarışmanın provaları sanat-kültür binasında yapılmaktayken biz de sınıflarımıza kadar gelen müziğin ve koronun sesinin tadını çıkarıyorduk. Okul, sürekli dinlemeye alışık olduğu bu müzikten ve sesten o kadar etkilenmişti ki, herkes tenefüslerde bu müzikalin en meşhur bölümünün şarkısını söyleyerek ve dansını yaparak yürür hale gelmişti. Yaşımızın getirdiği haylazlık ve fırlamalık nedeniyle de bu dansı yapanlara karşı onları bir şekilde rezil edecek fiziksel şakaları yapmaktan da hiç geri durmazdık.

Hasan Özak, müzikal çalışmaları için Kabataş mezunu Faris Akarsu’yu okula davet etmişti. Faris Akarsu, her hafta Ankara’dan İstanbul’a geliyor ve Hasan Hoca ile beraber orkestrayı ve koroyu yarışmaya hazırlıyordu. O sırada, ben de utana sıkıla Hasan Hoca’ya gittim. İçim kıpır kıpırdı. “Hocam, müzikalin korosuna ben de girebilir miyim?” diye sordum. “Oluşturduk ama koroyu, neden önceden gelmedin?” dedi. O an, sadece çekingenlikten gitmediğimi hissettim. “Gel, bakalım bir sesine” dedi. Piyanonun başına geçti. Birkaç melodi çaldı ve hepsini tekrar ettirdi bana. “Olmaz, çok detone oluyorsun” dedi. Yıkıldım. Ergenliğin o antipatik ses değişimine takılmıştım. Melodileri tekrar ederken ben de hissetmiştim seçilemeyeceğimi. Çok üzülmüştüm.

Kabataş’taki müzik kültürü enjeksiyonu öyle iyi gelmişti ki, aldığımız kültürle çıktık okuldan. Müziğin estetik tınısını, eserleri dinlerken nelere daha fazla kulak vererek hangi duyguları yakalayacağımızı öğrenmiştik. Farklı müzik türlerinde de aynı dinleme alışkanlıklarıyla bestecilerin ya da yorumcuların genel karakter özelliklerini algılayabilir hale gelmiştik. Dinlediğim bir eserin kime ait olduğunu bilmesem bile büyük ölçüde doğru tahmin edebiliyordum.

Hasan Özak’lı Kabataş’tan sonra, üniversitede dinleyici olarak müzikle ilgim hep çok yakın oldu. Belki de herkesten daha fazla ilgili idim müzikle ve müziğin tarihini okuyor ve çalışıyordum. Bir seçme yapıldı İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde. Amaç, gençlik korosuna gençleri çekip, ileride profesyonel olarak müzik yapacak insan yetiştirmek. Gittim ve katıldım seçmelere. Kabul edildim. Demek ki sesim normalleşip, bir kıvama gelmişti artık.

Her cumartesi günüm provalarda geçiyordu. Koronun bas grubunda idim. Sesim koyu bir baritondu ve baslarla oturmam daha uygundu. Provalardan sonra, her Cumartesi 15:30’da başlayan opera temsilleri bizlere bedava idi. Prova bitince, doğru büyük konser salonuna gidip o günkü operayı izliyorduk. Derken, sıra bize geldi. Profesyonel sanatçıların arkasında koroda çıkmaya başladık. Atatürk Kültür Merkezi ve Kadıköy’deki Haldun Taner Sahnesi’nde konserlere çıktık. Bizi çalıştıran Yücel Elmas, konservatuara girmemi önerdi. “Nasıl olacak?” dedim. “Yarı zamanlı gidersin, iktisat eğitimini de mutlaka bitir ve yarım bırakma” dedi. İktisat bitince, tam zamanlı olarak konservatuara devam edip bir de müzik eğitimi almış olacaktım.

Cesaret edemedim. Çok düşündüm. Günlerce ve aylarca düşündüm ama olmadı. Hasan Özak ile başlayan ve temelleri Kabataş’ta atılan müzik kültürü beni hiç düşünmediğim bir yere getirmişti. Bir an önce okulu bitirip yurt dışına gitmeye çaba göstermek eğilimi ve şartlanmışlığı ağır bastı. Konservatuara da gitmem ve yarı zamanlı eğitimden tam zamanlıya geçmem toplam 6 yıllık bir üniversite eğitimine denk gelecekti. Yapamadım.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi bitti. Benim için de artık koroya veda zamanı gelmişti. Okulla beraber korodan ayrılmam gerektiğini kimse bilmiyodu ve beni yeni sezonun bir müzikaline seçtiler. Seçmelerde, fiziki görünüm de bir kriterdi. Sokaklarda kavga eden farklı etnik kökenden gençleri oynayacaktık ve ben açık renkli olduğum için sokak kavgalarında Latin değil, Amerikalı gençleri temsil eden grupta yer alacaktım.

Provalar başladı. Okul bitti. Provaları ortasında bırakmak zorunda kaldım.

Müzikalin adı Batı Yakasının Hikayesi idi.

CEVAP YAZIN