“Ben buna değer miyim?” gibi bir soru yöneltiyor Hulusi Ağabey. Yaptığımız söyleşiyi kastediyor. İçimizden, “zaten bu soruyu sorduğun için değersin Hulusi Ağabey” diyoruz. Değer miymiş, değmez miymiş? Biz anlatalım, okuyucu karar versin.

İnsanın kapı kollarını tutmaya cesaret edemeyeceği kadar soğuk bir kışın yaşandığı 1928 yılında dünyaya gelir Hulusi Özdurmaz. Harf devriminin yapıldığı yıl yani. Bandırma’lıdır. İstanbul’a gidene kadar Bandırma’da geçer ailesiyle beraber olan yaşamı. Ortaokulu Bandırma’da bitirir. Liseye başlayacağı 1941 yılında İstanbul’da, Beşiktaş’ta Serencebey’e yerleşir Özdurmaz ailesi. Beşiktaş, 3 alt muhitten oluşmaktadır: Akaretler, Serencebey ve Muradiye. Akaretler’de, eski saray kökenli ama maddi durumu iyi olan aileler yaşar. Serencebey’de, maddi durumu orta seviyede olan ama yine eski saray kökenli insanlar ikamet eder. Muradiye ise halkın yaşadığı bir muhittir.

Ortaokuldan sonra, Galatasaray ile Kabataş arasında bir tercih yapmak durumunda kalır Hulusi Ağabey’in babası. Kendisi Galatasaray’lıdır ve oğlunu da Galatasay Lisesi’ne kaydettirmek ister. Fakat, Hulusi Ağabey sıcak bakmamaktadır Galatasaray Lisesi’nde okumaya. Çünkü, Galatasaray Lisesi’nde 4 yıl okumak yerine Kabataş’ı 3 yılda bitirmek istemektedir. Kendisi de Kabataş Erkek Lisesi mezunu olan babasının bir doktor arkadaşının telkinleriyle Kabataş Erkek Lisesi’ne kayıt olur Hulusi Ağabey.

1941’de başlayan lise hayatı, 2. Dünya Savaşı yıllarına rastlamıştır. Lisenin ilk 2 yılında iftihara geçer. Yani, umumi olarak başarılı bir talebedir. Okula çok yakın olan Serencebey’de evi olmasına rağmen liseyi nehari (gündüzlü) değil, leyli (yatılı) olarak okur. Nedeni, ailesinin düzenli olarak Serencebey’de yaşamayıp zaman zaman Bandırma’da kalması ve kendisinin ders çalışma disiplinini kaybetmemek istemesidir. Sürekli okul içinde kalmak ve ders çalışma odağını kaybetmemek önemlidir Hulusi Ağabey için. Eh, 2 tane iftihar da bu sayede gelmiştir.

Okulun sınıflarında soba kullanılıyor o yıllarda. Hatta, çok soğuk bir 1943 kışı yaşanıyor. Belki de, 1928 kışından sonraki en soğuk kış. Her yer buz tutuyor. Soğuktan ölüp okulun kıyısına vuruyor torikler. Boğaz’da kömür taşıyan mavnalar balıkları toplayıp okula veriyorlar. Bu sayede, 2 gün boyunca bol bol balık yiyorlar okulda.

Savaş yılları olduğu ve Almanlar’ın Edirne’ye kadar dayanmış olması karşısında geceleri sınıflarda siyah bir perde çekiliyor. Karartma uygulanıyor yani. Bina içlerinde de, dışarıya ışık sızmaması için feri kaçık mavi renkli ampuller kullanılıyor. O ortamda mütalaa (etüt) yapıyorlar ders bitimini takiben akşam yemeğinden sonra.

Uzun yıllar Kabataş’ta gelenek olmuş bir uygulama ile ruhlarına işliyor Kabataşlılık. Okuldan mezun olan üniversite öğrencileri mütalaa saatlerinde ders çalışmalarına yardımcı oluyor öğrencilerin. Muallim yardımcıları olarak adlandırılıyorlar eski Kabataşlı üniversite öğrencileri. Çalışırken zorlanan kardeşlerine hem ders anlatıyorlar, hem de Kabataşlılık ruhunu aşılıyorlar. Hepsinin adı aklında Hulusi Ağabey’in: Bedri, Fahri, Burhan, Recep, Torik Ahmet ağabeyler. Hepsi üniversite öğrencisi ama akşam saatlerinde Kabataşlılık ruhuyla kardeşlerine yardım etmeye geliyorlar. Her akşam hem de. Bu düzen, okulda uygulanan eğitim sisteminin bir parçası. Hababam Sınıfı’nın yazarı Rıfat Ilgaz’ın oğlu Aydın Ilgaz da bir gün Kabataş’tan mezun olacaktır ve kitabında kullandığı karakterlerindeki bazı lakaplar da bu isimlerle benzeşme gösterecektir. Bugün böylesine bir uygulama olur mu? Düşünmesi bile imkansız. Oysa, toplumsal ilerleme ve üniversitede okuyan öğrencilerin yüklendikleri sorumluluklar açısından ne kadar geliştirici.

Leyli öğrenciler hafta sonları okuldan çıkıyorlar. Fakat, haydi deyip çıkmak yok. Bir kere, muallim yardımcıları olmadan olmaz. Ağabeyleri başlarında olacak öğrenci kardeşlerinin yani. Boyasız ayakkabı, ütüsüz gömlek ya da kravatsız bir kıyafetle çıkmak da yok. Hafta sonları Beyoğlu’na gitmek için böyle hazırlanıyorlar. Biz de Kırmızı Siyah grubunda kardeşlerimizin arkasında olmak için var olduğumuzu konuşuyoruz daha sonra. Okulun geçmişten gelen geleneklerinde var olan ruhun yaşatılması ve nesilden nesile aktarılması. İşte, bu yüzden Kabataşlılık bir gelenek.

Savaş yıllarında her şey karneyle dağıtılıyor. Bakliyat stoğu yapılıyor ve uzun süre stoktaki erzak tüketiliyor. Zor yıllara rağmen beslenme konusunda hiçbir aksilik hissedilmiyor okulda. Bir ara, Galatasaray Lisesi’nde stoğun tükendiğini öğreniyor Kabataşlılar. Hemen erzak takviyesi yapılıyor Galatasaray Lisesi’ne.

1940’lı yıllarda Kabataş Erkek Lisesi bugün kullanmakta olduğu binaların hepsine sahip değil. Deniz kenarındaki 2 büyük binadan bugün derslikler için kullanılan bina, bu binanın arkasında olup bugün tadilat görmekte olan eski sanat ve kültür binası ve revirin olduğu küçük bina kullanılıyor. Bugün yatakhane olarak kullanılan bina okula ait değil o yıllarda. Bugünkü derslik binasının en üst katı yatakhane olarak kullanılıyor. Orta katta derslikler var ve bu binada İngilizce ve Almancayı yabancı dil olarak seçmiş öğrenciler eğitim görüyor. 3 katlı binanın zemin katında ise birkaç derslik ve yemekhane bulunuyor. Bugün tadilatta olan eski kültür ve sanat binasının alt katında bir kantin bulunuyor. Bu binada aynı zamanda okulun mutfağı bulunuyor. Bir üst katta ise derslikler var. Buradaki dersliklerde ise yabancı dil olarak Fransızcayı seçen öğrenciler eğitim görüyor. En üst kat olan 3. katta ise laboratuvarlar bulunuyor. 1943 yılında, Adapazarı’nda çok büyük bir deprem olur. Okul binaları çok güçlü bir şekilde sallanır ama hasar almaz.

Savaş yıllarında olunduğu için Alman Lisesi kapanır. Doğal olarak, 2. Dünya Savaşı’nı başlatan ülkenin İstanbul’daki okulunun eğitim verecek durumu yoktur. Alman Lisesi öğrencilerinin çok büyük bir bölümü Kabataş Erkek Lisesi’ne nakil edilir. Savaş bütün Avrupa’yı kasıp kavurduğu için İstanbul’daki pek çok Fransız okulu da kapatılır. Bu okullardan da çok sayıda öğrenci Kabataş’a gönderilmiştir. Kabataş Erkek Lisesi, ağırlıklı olarak Marmara Bölgesi’nden ve Güneydoğu illerinden öğrenci çekmektedir. İstanbul’daki okulların çoğunda “okulumuzu tanıdıklarınıza tavsiye ediniz” ibareli tabelalar asılıdır. Kabataş’a ise rağbet çoktur. Okul, her yıl 200 kadar öğrenciyi mezun etmektedir. O yıllar için azımsanmayacak bir mezun sayısı.

Kabataş Erkek Lisesi, savaş koşullarına rağmen eğitimle ilgili bir aksama yaşamamaktadır. Eğitim, son derece üst düzeydedir ve çevreden gelen bazı yorumlara göre, üniversite düzeyindedir. 1943 kışında, kıyıya bir köpek balığı vurur. Hadi Ecvet, balığı hemen laboratuvara alır, öğrencileri toplar ve köpekbalığını bir kadavra gibi kullanarak köpekbalığı anatomisi anlatır. Felsefede Hatemi Senih adeta efsaneleşmiştir. Öğrenciyi çok zorlar fakat kimse sınıfta kalmaz. Çünkü, her öğrencinin kafasına felsefeyi kazıyarak zaten sınıfta kalamayacak kıvama getirmektedir. Çok zor bir hocadır ama zor olma nedeni, öğrenciye inatla felsefeyi anlatarak öğrencinin konulara vakıf olduğunu anlayana kadar işi sıkı tutmasıdır. Sınavlarda özellikle gazete okur. Herkes şaşırır. Rahat kopya çekeceklerini düşünürler ama Hatemi Hoca’nın gazetenin sayfalarına öğrencinin göremeyeceği kadar küçük delikler açtığını ve aslında kopya çekilip çekilmediğini gayet rahat fark edebildiğini bilmezler. Hulusi Ağabey’in edebiyat öğretmeni Zeki Ömer Defne’dir. Zeki Ömer Defne, edebiyat öğretmeni olmakla birlikte Türkiye’nin edebiyat hayatına adını yazdırmış bir şairdir. Okuldaki eğitim o kadar mükemmeliyetçidir ki, okuduğu bir şiirde “yok” kelimesini telaffuz ederken “o” harfinin uzatılması gerekir. Harfi doğru telaffuz edemediği ve vurgulayamadığı için 10 üzerinden 2 alır Hulusi Ağabey. Metematikçi Sallabaş Kemal, Hulusi Ağabey’in hocası olmamıştır ama Kabataş’ın tarihinde efsane hocalar statüsünde yer almıştır. Çok büyük hocaydı diyor Hulusi Ağabey ve kendisinin yaşamadığı ama kendisine aktarılan bir hikayeyi naklediyor bizlere. Çerkez Ethem’in kızkardeşi Nevriye Hanım’ın oğlu Zeki Yücel Kabataş’ta okumaktadır. Hasta olduğu için bir gün okula gelemez. Sallabaş Kemal’in o gün anlattığı dersi kaçırır. Ertesi derste Sallabaş, bir önceki derste ilk kez anlattığı konuya dayanan bir matematik suali yöneltir sınıfa. Zeki Yücel, önceki dersi kaçırdığı halde, başka bir metot kullanarak suali çözer. Sallabaş, şaşkınlık içinde izler Zeki Yücel’i.

2. Dünya Savaşı yıllarında sanatsal faaliyetler yoktur okulda. Sanat, edebiyattan ibarettir ama öğrenciler sürekli spor yapmaktadır. Bugünkü gibi, okul dışında da yapacak çok bir şey yoktur. Öğrenciler kendilerini spora vermişlerdir. Beden eğitiminde Hamdi Saver vardır. Beden eğitimi dersleri büyük bir ciddiyetle yapılmaktadır. Gerçekten “bedenin eğitilmesi” yönünde bir çalışma söz konusudur. Okul, özellikle voleybol ve basketbolda iyidir. Voleybol ve basketbol maçlarına Eminönü Halkevi’ne gidilir. Atletizm de başarılı olunan dallar arasındadır. Fakat, futbolda dönemin en iyi okulu Haydarpaşa Lisesi’dir. Hulusi Ağabey, arkadaşlarıyla futbol maçlarına ilgi göstermektedirler. Ortaköy’de bir Bandırma pazarı vardır. Önce pazara giderler, kendilerine atıştırmalık yiyecekler alırlar. Oradan da doğru Şeref Stadı’na. Arka arkaya maçlar yapılmaktadır Şeref Stadı’nda. 25 Kuruş verip, arka arkaya 3 maç izlerler.

 

Hulusi Ağabey, kendisini iyiden iyiye spora verir. İnönü Stadı’nın ilk temelinin 1939’da atıldığını ama 2. Dünya Savaşı yıllarının havasında inşaata devam edilemediği için 1943’te yeniden temelinin atıldığını anlatıyor. Futbola ilgisi giderek artıyor ve liseden sonra profesyonel olarak futbola başlıyor. Fakat, 1951’de bir sakatlık geçiriyor ve erken veda ediyor profesyonel futbolculuğa. Babası Galatasaraylı ama kendisi Beşiktaşlı oluyor. 1940’larda Kabataş Erkek Lisesi ile Beşiktaş kulübü arasında herhangi bir organik bağ yok. Fakat, iki kurumun semtlerinin yakın olması nedeniyle etkileşim var.

Kabataş’ta bir atletizm yarşması düzenleniyor ve Hulusi Ağabey yarışı birincilikle bitiriyor. Yarış, Ortaköy’den başlıyor ve Akaretler’de son buluyor. Kırmızı Siyah grubu olarak, Ortaköy’den Akaretler’e kadar olan caddede nasıl koşma imkanı bulabildiklerini soracak oluyoruz. Araçların arasında nasıl koştuklarını soruyoruz. Aldığımız cevap hepimize tebessüm ettiriyor. “Ne arabası” diyor Hulusi Ağabey. Ortaköy’de toplam 5 adet özel araç olduğunu ve sözünü ettiğimiz yoldan sadece ara ara tramvay geçtiğini anlatıyor. Yolun iki yanında bugün bulunan ağaçlar o zaman da varmış.

Şeref Stadı 1940’ta açılır ama Şeref Stadı’nda maç izleyemez Şeref Bey. Ömrü vefa etmemiştir. Şeref Bey, bir Pazar ligi kuruyor. Fenerbahçe’nin İngilizler ile kurduğu bir lig Anadolu yakasında oynanıyor. Galatasaray da Fransızlar ile ayrı bir lig kuruyor. Fakat, Beşiktaş’ı ne Fenerbahçe, ne de Galatasaray kabul ediyor kendi ligine. Bunun üzerine, Şeref Bey de kendisi bir lig kuruyor. Beşiktaş da kendi kurduğu ligde oynuyor böylece. Şeref Bey, işi iyice ileri götürüyor ve 1923 yılında, bugünkü futbol federasyonunun kuruluşunda yer alıyor. Hulusi Ağabey, bu bilgileri özellikle aktarıyor. Çünkü, 1951’den beri Beşiktaş’ın üyesi ve kulüpte çok çeşitli görevler yapıyor. Futbolcu seçimlerinde özellikle etkin rol oynuyor. Bugün, Gordon Milne ile, Beşiktaş’ın eski siyahi İngiliz oyuncusu Ferdinand ile halen temasta olduğunu anlatıyor. Telefonlaşıyorlarmış arada sırada.

Hulusi Ağabey, 1960’ta Beşiktaş’ın kamplarının başındaki kişi. Hakkı Kaptan (Hakkı Yeten) ile, Süleyman Ağabey (Süleyman Seba) ile anılarını anlatıyor. Hatta, her ikisinin de Şeref Stadı’na gidip beraber maç izledikleri günleri gözünde canlandırıyor.

Dönüyoruz yine Kabataş yıllarına. Savaş yılları nedeniyle öğrenciler her yıl 1 ay askeri eğitime alınıyorlar. Üniformalarla, kabzasında tabancalarıyla Balmumcu’ya askeri eğitime gidiyorlar. Ya Türkiye de savaşa girmek zorunda kalırsa? Bütün hazırlıklar bu sorunun cevabının evet olması durumuna karşı bir hazırlık mahiyetinde yapılıyor.

Kabataş bitince Yüksek Ticaret Okulu’na gidiyor Hulusi Ağabey. Öğrenimi sırasında askere gidiyor. Sarıkamış’ta süvari yedek subayı olarak görevde. Askerde olduğu günlerde babasını kaybediyor. 53 yaşında vefat ediyor babası. Askerlik sonrasında öğrenimine geri dönmeye çalışıyor ama başaramıyor. Aileye bakmak zorunda kalıyor çünkü.

Çalışmak zorunda kalınca, bir akrabasının ambar işinde görev alıyor. Bir süre burada çalışıyor ama sabah 06:00’dan gece geç saatlere kadar çalışma temposu dayanılır olmaktan çıkıyor bir süre sonra. Osmanlı Bankası’ndaki bir tanıdığı ile görüşerek Osmanlı Bankası’nda muhasebede çalışmaya başlıyor. 3 yıl kadar çalışıyor bankada. İyi Fransızcası var ama yaptığı işten çok tatmin olamıyor. Bankanın içindeki bir tanıdığı Shell’de bir fırsat olduğunu dile getiriyor ve Shell ile görüştüyor kendisini. İş oluyor. Böylece, 14 Mayıs 1955’ten 14 Mayıs 1980’e kadar Shell’de çalışıyor. Maliyet analizleri yaparken ve istatistik tutarken satış departmanına geçiyor. Müşterilerin risklerini analiz ediyor. Fakat, Shell’in çok fazla istasyonu yok o dönemde. Daha çok ısınma amaçlı akaryakıt satışı faaliyetleri söz konusu. Son olarak, idari işleri üstleniyor Hulusi Ağabey ve kendi işini kurmak üzere 1980 yılında Shell’den ayrılıyor. 1990’ların başına kadar da kendi işiyle ilgileniyor ve daha sonra iş hayatını bırakıyor.

Hulusi Ağabey’e 2. Dünya Savaşı sırasında, öğrencilerin ve öğretmenlerin savaşı nasıl değerlendirdiklerini, savaş hakkında neler konuştuklarını soruyoruz. Okulda, görüş ayrılıkları nedeniyle zaman zaman bir kutuplaşma yaşanıp yaşanmadığını anlamaya çalışıyoruz. Söyleşimizin en hassas anına vardığımızı fark edemiyoruz bu soruyla. Hulusi Ağabey, “savaşla ilgili olarak hiç konuşmazdık ve siyasetle ilgili hiçbir tartışma yaşamazdık” diyor. Giderek heyecanlanıyor ve “biz Cumhuriyet’i sevdik, Cumhuriyet’i yaşadık ve başka hiçbir şey düşünmedik” diyor. Kardeş olarak yaşadık okulda ve her an birbirimizin yardımına koştuk” diye devam ediyor. O an sesi titriyor. Gözünden yaşlar inmeye başlıyor. “Bu ülkeden güzeli yok ve Cumhuriyet’ten başka bir şey de tanımam” diyor. Hepimiz sessizleşiyoruz. Bugünün kutuplaşmaları, kavgaları, bir araya gelemeyen kesimleri, küfürü, ötekileştirmeyi, insanları birbirine kırdırmayı kendi çıkarlarına kullanan siyasetçilerin sefil hallerini düşünüyoruz ve Hulusi Ağabey’in gözünden inen yaşların bize verdiği mesajı çok iyi anlıyoruz. Kabataş’tan bazı sınıf arkadaşlarının çocukları ve torunları “sen bizim baba yadigarımızsın” diyerek hala ziyaret ediyorlarmış Hulusi Ağabey’i. Onlar da benim çocuklarım diyor.

Söyleşimizin sonuna yaklaşıyoruz. Bizlere tavsiyede bulunuyor. “Sağlığınıza dikkat edin” diyor. Hayatında sigara ve alkol olmamış. Hayatı boyunca toplam belki 10 şişe şarap içtiğinden söz ediyor. Akşam 18:00’dan sonra yemek yemiyormuş Hulusi Ağabey. 13 Mart’ta 90’ına basmış ama 70 olduğunu söylese hiç şüphe duymadan inanacağız. Teklemeden, sesini duraksatmadan 70-80 yıl öncesinden söz ediyor pırıl pırıl bir hafıza ile. “Uzun yaşayacaksanız böyle olmalı” diyor. “Aklı kaybettikten sonra, yatağa düştükten sonra uzun yaşamanın bir anlamı yok evlatlarım” diyor. Bir de bizden izin istiyor bize evlatlarım diye hitap edebilmek için. Böyle bir nezaket ve zarafet karşısında bizim yüzümüz kızarıyor. Karşısında, kendisinden tam 72 yıl sonra Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirmiş “torunlarının çocukları” yaşında kardeşleri var. Onlarla ayrıca fotoğraf çektiriyor.

Sözlerini bitirirken, bir kez daha yaş süzülüyor gözünden. Bu defa, eşi için. Hayatta en güzel şeyin eş olduğunu anlatıyor. “Çok doğru seçin eşlerinizi” diyor. “Adamı adam yapan kadındır” diyor. Sağlıklı bir uzun yaşamın diğer bir sırrının güzel bir aile hayatı yaşamak olduğunu söylüyor. Eşinin çok okuduğundan, 4 dil bildiğinden söz ediyor.

Hala hiçbir maçı kaçırmıyor ve Beşiktaş TV’de yayınlara çıkıyor Hulusi Ağabey. En baba kartal diyorlar kendisine. Oturduğumuz kafede herkes Hulusi Ağabey’i dinlemeye başlıyor. Bu arada, ne tesadüftür ki,  söyleşiyi yaptığımız Balmumcu’daki At Origin Cafe, Hulusi Ağabey’imizin 2. Dünya Savaşı yıllarında, her yıl 1 ay askeri eğitime alındığı Balmumcu Jandarma Kışlası’na 200 metre uzaklıkta. Kafenin sahibinin babası olan büyüğümüz yanımıza geliyor. İsminin Sabri Becerik olduğunu öğreniyoruz.  Sabri Ağabey de Beşiktaş’ta futbol oynamış. 70 yaşlarında. Hulusi Ağabey ile 1960’lara gidiyorlar. Hulusi Ağabey, o yılların meşhur Şenol ve Birol’u yerine nasıl Yusuf ve Sanlı’yı takıma oturttuklarını anlatıyor. Bu arada, Şenol’un eniştesi de Hulusi Ağabey döneminde Kabataş Erkek Lisesi’nde öğrenci imiş ve sürekli hocalar için şiirler yazarmış. Yani, muzırlık da varmış içlerinde. Okuldan arada kaçışlar, yenen cezalar, delikanlılığın heyecanı ve tatlı haylazlıkları.

“Bana hayatımın en güzel günlerinden birini yaşattınız çocuklar” diyor Hulusi Ağabey. Esas biz yaşıyoruz hayatımızın en güzel saatlerinden birkaçını. Anlattığı şeyler, hayata bakış açısı, o kısacık sürede bize aktardıkları, … Hepsi o kadar değerli ki. Kendisinin yıllar harcayarak öğrendiklerini biz birkaç saatte dinleme ve anlama şansı buluyoruz. Hazmetmek ise başka bir şey elbet. Ama, yazdık aklımızın ve kalbimizin en değerli köşelerine dinlediğimiz her şeyi.

Şimdi, soralım okuyucuya en başta sorduğumuzu yine. Değer miymiş, değmez miymiş?

Böyle bir hayatı dinleyince, “yaşamak güzel şey be kardeşim” diye geçiriveriyoruz içimizden ama Hulusi Ağabey’inki gibi olması kaydıyla.

CEVAP YAZIN